20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma günü vesilesiyle oldukça tartışmalı ama otistik aktivistler tarafından üzerine söz üretilmesi gitgide elzem olan bir konuya adım atacağız bugün: kimi trans+ların deneyimlediği detranzisyon süreci. Bu yazı çerçevesinde bu tartışmanın öznesinin neden en az trans+lar kadar otistikler de olduğunu çerçevelendirmeye çalışacağım.
Detranzisyon, cinsiyet uyum sürecine başlayan veya süreci tamamlayan bir transın sürece devam etmekten vazgeçmesini veya atanmış cinsiyetine dönüşünü içeren bir takım kompleks işlemlerin geneline verilen isim. Trans uyum sürecine başlayan birinin bundan vazgeçmesi hiçbirimize ihtimal dışı gelmiyor. Zaten kuir aktivizmin temel savunularından biri cinsiyet deneyimlerinin akışkan da olabildiği. Fakat bu konu hakkında konuşmadan evvel bu tartışmanın olduğundan daha farklıymış gibi takdim edilmesinden doğan bir çekincemiz oluyor. Beyan edilecek herhangi bir fikrin istenmeyen yerlere hızla sürüklenmesi çok mümkün gözüküyor. Çünkü bu tartışma büyük ölçüde başlıca gayelerinden biri ikili toplumsal cinsiyet kategorilerini ayakta tutmaya çalışmak olan Trans Dışlayıcı Radikal Feministler (yani yaygın kısaltmasıyla TERF) ve müttefikleri tarafından belli bir amaca yönelik olarak, yalnızca bir boyutu hesaba katılarak gündelik tartışmalara dahil edilmeye çalışılıyor.
Daha en temelde iki sahte öncülle karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki “detranzisyon” kelimesinin kapsamının yalnızca kadından erkeğe veya erkekten kadına radikal bir çifte geçiş sürecini ifade ediyor gibi kullanılması. İkincisi ise transfeministlerin detranzisyon deneyimi olanların varlığını reddediyor olduğu iddiası. Örneğin kategorik olarak maphus bir transın hormonlara erişiminin kısıtlanması veya engellenmesi de aslında detranzisyon kapsamında olsa da bu böyle değilmiş gibi davranılıyor. Çünkü detranzisyon konusu açılırken başlık lubunyaların yaşadığı sıkıntıların bir bölümüne ışık tutmak değil, transfobik argümanlar için bir mağduriyet temeli inşa etmek.
Birbirinden farklı detranzisyon süreçleri yaşayanlar var ve bu deneyimler arasındaki paralelliği anlamaya çalışıp kimi başlıklara eğilince neyin yanlış gittiğini fark etmek çok zor sayılmaz. Öncelikle beyanın herhangi bir formatta kayıt altına alındığı araştırmalara biraz göz atınca, uyum sürecini durduran veya geri almaya çalışanların önemli bir kısmı kendini “trans” olarak tanımlamayı sürdürüyor. Maddi gerekçelerle veya çevreden gördükleri baskılar yüzünden bu yola girdiklerini fark edebiliyorsunuz. Fakat biyolojik determinizmin temel ilkeleri gereğince öznelerin beyanları yok sayıldığından detranzisyondan bahsederken beyanlara rastlamak her araştırmada mümkün değil. Hatta zaman zaman trans+ kimliklerden tıbbi bir tanıymış gibi bahsediliyor. Yani trans deneyimler baştan patolojik bir durummuş gibi kayıt altına alınarak detranzisyon konuşuluyor oluyor.
Buna ek olarak, uyum sürecinin etkilerini tümüyle geri almaya çalışanlara bakınca, bu kişilerin detranzisyon içinde çok küçük bir kitle olduğunu ve bu deneyimi yaşayanların sıklıkla başka durumlarla birlikte komorbit olarak cinsiyet disforisi tanısına da sahip olduğu gözünüze çarpıyor. Cinsiyet disforisi olan kişilerin ne sıklıkla otistik olduğuna dair araştırmalar çok kapsamlı veriler temin etmiyor. Yine de cinsiyet disforisi, otizm ve detranzisyon arasındaki bu ilişki pek çok çalışmanın başlığına kondurulmuş durumda. Cinsiyet disforisi olan kişilerin hepsinin otizm tanısı elbette yok, fakat bu kişilerde otistik özelliklere yaygın olarak rastlandığı sıklıkla vurgulanıyor. Basit bir tarama sonucu kabaca şu çıkarıma erişebiliyoruz: cinsiyet disforisi olduğu için uyum sürecini takiben tam detranziyon yoluna giden kişilerin önemli bir bölümü otistik veya nöroçeşitli.
İşte bu sebeple transfobik bir argüman olarak karşımıza çıkartılan detranziyon hakkında konuşulurken, bu konuda söz hakkının yalnızca transların değil, aynı zamanda nöroçeşitlilerin, bilhassa otistiklerin de elinden alındığına dikkat çekmek istiyorum. Keza detranzisyon gündeme getirildiğinde aniden “otizm” vurgusu yapılıyor olması bir tesadüf değil. Otistik transların deneyimlerini anlamlandırmakta yetersiz olduğu, hatta otistiklerin trans olup olmadıklarına kanaat getirebilecek akli donanımlara sahip olmadığına dair bir varsayım, TERFlerin “detranzisyon” argümanlarının vazgeçilmez bir parçası. J.K. Rowling de önceki yıl bunu “otistik kız çocukları” vurgusuyla öne sürdüğünde, trans topluluklarının yanında otistik topluluklardan da ciddi bir tepki almıştı. #WeAreNotConfused etiketinde buluşan ve aralarında özel ilgi alanı Harry Potter olan pek çok kuir otistik Rowling’in sağlamcılığını ifşa etmişti.
Arya Zencefil, yakın zamanda yayınladığı “Trans Kadınlar Şeytan mı, Canavar mı? Transların İnsanlığına Saldırılar” isimli içeriğinde transların transfobikler tarafından nasıl birer şeytanmış gibi takdim edildiğini ve bunun neye hizmet ettiğini detaylandırıyor. Ben de dikkatleri otistiklerin cinsiyet deneyiminin dışına düşen aseksüel-aromantik-cinsiyet dışı, yeterince özne olamayacak olan, hiç büyümeyen birer “melek” olarak kafalarda canlandırılma ısrarına çekmek istiyorum. Toplumda zaten mevcut olan bu iki fikir etrafında doğal bir sembolik tezatlık var. Transfobiklerin detranzisyon konusu etrafında temel olarak yaptığı şey, bu tezatlığı bir argümana dönüştürmek ve transfobiyi sağlamcılıkla buluşturmak.
Transfeminizmi bir problem olarak oraya koymak için, “translığa özenen”lerin varlığının da kanıtlanması gerek ve bu görev üstü kapalı bir biçimde otistik translara atanıyor. Birilerinin translık deneyimini özenerek yanlış yorumlama ihtimali, TERFlerin argümanları için çok kilit bir nokta. Otistiklere yönelik sağlamcılık, toplumun zaten benimsediği ayrımcı fikirleri içerdiğinden buna zahmetsizce uygun bir zemin sağlıyor. Otistiklerin kendi deneyimlerini anlamlandıramayacağı fikri, detranzisyon tartışmasının getirilmeye çalışıldığı noktanın vazgeçilmez bir parçası. Ve bu yüzden TERF’lerin otizm hakkında konuşurken öz-savunucuların söylediklerinin aksi yönde konum aldığını, mesela ağır-hafif gibi işlev etiketlerini kullandıklarını, fark edebilirsiniz.
Detranzisyon deneyimini ürerine söz üretmesi gereken kişiler nasıl ki cis kişiler değilse, alistikler de değiller. Tam da bu yüzden 20 Kasım için, otistik bir perspektifi temelinde barındırması gereken bu konuya katkı sunmamızın önemli olduğunu düşündük. Konunun bu şekilde öznelerinden ve bu deneyimi yaşayanların gerçek ihtiyaçlarının ne olduğu sorusundan sıyrılıp araçlaştırılması, transfobik olduğu kadar sağlamcı da. Kimi insanların bedenini ve kimliğini iki kez farklı güzergahı hedef alarak büyük bir değişime tabii tuttuğunu anlamak, toplumsal paradigmaları sabit tutmaktan değil, birden fazla paradigmayı çok temel bir yerden eleştirmekten geçiyor.
Otizm ve Detranzisyon Arasındaki Bağlar
Otizmle alakalı çoğu mesele, otizm öz-savunucu toplulukları dışında genel-geçer bilinirliğe sahip olmuyor. Otistiklerin cinsiyet kimliği deneyimleri için de bu durum geçerli. Pek çok kişi farkında olmasa bile detranzisyondan bahsedilirken sıklıkla aslında cis-gender (cinsiyet kimliği atanmış cinsiyetine uyan kişi) değil auti-gender ve/veya cinsiyet disforisine sahip nabinari (non-binary) yani deneyimi ikili cinsiyet kalıplarına uymayan nöroçeşitli kişilerden bahsediliyor.
Okuması bile karışık olduğu için başka bir şekilde ele alayım konuyu: TERFler ve destekçileri tarafından sıklıkla atanmış cinsiyetleriyle kız çocukları/oğlan çocukları olarak bahsi geçirilen otistikler detranzisyona girmiş olsalar dahi, deneyimlerinde ters giden şey halen transfobi ve sağlamcılık. Hatta kimi zaman içselleştirilmiş transfobi ve içselleştirilmiş sağlamcılık. Otistiklerin bebeklikleri itibariyle maruz kaldıkları sosyal ve kurumsal baskıların, otistiklerin ne pahasına olursa olsun uyum sağlamaları gerektiğine yönelik çok ciddi bir psikolojik şiddetler bütünü yarattığını da bu tartışmada sürekli aklımızın bir köşesinde tutmalıyız.
Yaygın kanının aksine, trans+ deneyimler her örnekte çift kutuplu bir seçim zorunluluğu içermez. Bilhassa erken yaşlarda uyum sürecine başlayan öznelerin detranzisyonu söz konusu olduğunda kötü deneyimler yaşayanlar çocukken ikili cinsiyet normlarına sığmadığı halde bu seçimi yapmak zorunda hissedecek baskılar görmüş kişiler. Yani söz konusu detranzisyon olunca sıkça gerekli destekler sağlanmadığı için onlar için daha erişilebilir duran bir yolu seçmiş kuir ve otistik çocuklardan ve yetişkinlerden bahsediyoruz.
Uyum süreci otistik dostu olmayan bürokratik bir sürü aşamayı içeriyor. Bu aşamada kişinin davranışlarının detayla mercek altına alınması, kişinin rutinlerinin bozulması veya yaşanan zorlukların duygusal çöküşlerin sıklığını tetiklenmesi gibi gerekçelerle, uyum sürecini başlatan bir otistiğin tanı alma ihtimali artıyor. Birinin trans uyum süreciyle beraber otizm tanısı da alması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Gelgelelim otizm tanısı, translık deneyimini dışlayan bir ihtimalmiş takdim ediliyor. Hem de alistiklere kıyasla otistikler arasında trans deneyimlere rastlanma sıklığı çok daha yüksekken.
Yani kimilerince bükülerek sunulduğu gibi detranzisyon sürecinden geçen bir takım insanların olmasının sebebi, trans aktivizmin geldiği nokta değil. Burada sorunu yaratan ikili cinsiyet dayatmasının ta kendisi. Standarttan farklı nörotipi olan insanların ikili cinsiyet sisteminin dayatmalarını kavramakta zorlanması ve en azından birine daha ait hissetmek için bedenlerini tümüyle ortaya koyarak bir mücadele vermesi. Bu zorluk yüzünden gördükleri zorbalıklardan tek çıkışı bedenlerini daha kabul görecekleri bir şekle getirmek olduğunu düşünecek seviyelerde atanmış cinsiyet deneyimleriyle sorun yaşamaları. Auti-gender kişilerin ağırlıkta olduğu atanmış cinsiyetiyle problemler yaşayan bir grup insan için bazen cinsiyet uyum sürecinin bir kurtuluş gibi durabilmesi. Pek çok başka etmenin yanında cinsiyet ifadeleri yüzünden de zorbalıklarla geçen hayatlarında toplumsal uyum için zorunlu bir adım olduğunu düşünerek onlardan beklenileni ihtiyaçlarının önüne koymaları. Başka bir deyişle, bazı otistik lubunyalar için uyum sürecinin transfobik toplumsal refleksler karşısında radikal bir maskeleme stratejisi olarak uygulamaya geçirilmesi. Daha önce bu kavrama denk gelmediyseniz, otistik maskelemenin nasıl bir deneyim olduğuna dair fikir edinmek için aşağıdaki yazımızı inceleyebilirsiniz.
Bu konu dallanıp budaklanmadan oldukça basit bir temeli ayrıca vurgulamak iyi olabilir: burada iki ayrı spektrum söz konusu. Biri cinsiyet kimliği spektrumu, diğeriyse otizm spektrumu. Daha önce farklı vesilelerle farklı mecralarda otistik ve kuir deneyimlerin kesişimselliğinden Merhaba! Spektrum ekibi olarak bahsetmişliğimiz var. Kadın sıfatını kullanan ama tam olarak bu olmayan AFAB (doğumda kadın atanmış), biseksüel bir kuirim ben de. Bu etiketler benim kendimi anlatmama yardımcı olan, deneyimlerimce şekillendirilmiş veya deneyimlerime yön vermiş, kağıt üzerinde hep o kadar istikrarlı durmayabilen, kendi seçtiğim ifadeler. Yani benim kendi deneyimimi başkalarına belli ölçüde aktarabilmek için tercih ettiğim bir takım sıfatlar.
Bunları benim kullanma şeklim, bir başkasından çok daha farklı olabilir. Mesela yıllar önce biseksüel olarak açılmış ve bu erken açılıma hikayemde sahip çıkıyor olmasam, kendimi “panseksüel” olarak adlandırmayı seçerdim. Ya da hayatım boyunca kendimi takdim ederken kullandığım kadın sözcüğü cinsiyet kimliğimin tamamını kapsayan bir tanım değil. “Kadın” aslında benim cinsiyet kimliğimin değil, cinsiyet deneyimimin bir parçası. O yüzden Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesine ilk denk geldiğimde gözümde oluşan parıltıyı anımsıyorum. Aynı zamanda “kız çocuğu” olmaya karar verdiğim günü, normalde çok zayıf bir hafızam olsa da çok net hatırlıyorum:
5-6 yaşlarındayken yazlık evimizde aynalı bir büfe vardı. Orada kendime, elbiseme, uzun saçlarımın o vakitler sarıya çalan buklelerine baktım ve acaba başka bir seçeneğim var mı diye düşündüm. Kırmızı bir şort bulup çiçekli turkuaz elbisemin eteğini içine tıkıştırdım. Saçlarımı sıkıca topladım ve kendime baktım. Sonra şuna karar verdim: “sen çirkin bir oğlan ama güzel bir kızsın. Kız olmalısın”. Dişilik benim için doğumda değil, bu kararla başladı. O an benim için ciddi bir anlam taşıdığı için beynime kazınmış durumda.
Eskiden, herkes böyle deneyimler yaşıyor, çocukken benzer süreçlerden geçiyor ve cis deneyimlerde de cinsiyetimize kendimiz de bir noktada karar veriyoruz sanırdım. Keza benim deneyimim buydu. Sonra otistik olduğumu öğrendim ve otizmin beynimin kurucu, yürütücü, en temel nice özelliğinin bizzat temelinde durduğunu fark ettim. Otizm beynimin öylesine kurucu bir parçası ki, pek çok otistik gibi benim de cinsiyet deneyimim otistik deneyimimin içinde yer alıyor. Bu deneyim, yani Auti-gender, bir nörocinsiyet türü ve nöroçeşitli insanların nöroçeşitliliklerinin cinsiyet algılarını baştan sona etkiliyor olması, nadir rastlanmayan fakat nadiren adı konulan bir durum.
“Sadece iki cinsiyet yok” derken, aslında gri alanlardaki bu tür deneyimlerden bahsediliyor. Uzun yıllardır feminist aktivizmin içinde varlığımı sürdürüyorum, kadın atanmak, görünmek, feminen bir cinsiyet ifadesine sahip olmak bana bir rahatsızlık vermiyor. Kadın dayanışması hayatımın en temel parçalarından biri. Fakat geri dönüp ne hissettiğim ve kendimi nasıl yarattığıma gelince, kadınlık deneyimini içimde değil, yalnızca bana atananlarda buluyorum. Bir otistik olarak “cinsiyet” benim için yalnızca dışarıdan öğrenilmiş sosyal normlardan bir tanesi.
Özetle “kadın” benim cinsiyet deneyimim dahilinde ama beni tamamen karşılayamayan bir sözcük. Bunu çocukluğumdan beri belli bir ölçüde biliyorum. Atanmış cinsiyetim ile cinsiyet ifademin uyumlu durmasının getirdiği ayrıcalıklar sayesinde çok büyük sıkıntılar yaşamadan ve cinsiyet kimliğimi sürekli başkalarına anlatmak durumunda kalmadan büyümeyi başarabildim. Fakat toplumun beklentileri doğrultusunda cinsiyet ifadesinde kimi uyumsuzluklar sergileyen her cis olmayan kişinin deneyimi bu değil. Ve kimilerimiz bir yandan kabul görüp bir yandan da ait hissedebileceği bir alana kavuşabilmek için büyük fedakarlıklar yapmaya da hazır oluyoruz. Detranzisyon hikayeleri de o küçük yaşam üçgenini yaratmakta zorluk çekenlerin deneyimlerinden doğuyor. Her ne kadar bu tartışma pek çok nahoş durumu beraberinde getirse de, detranzisyon üzerine konuşma tekelini transfobiklerin elinden almayı en başta onlara borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Detranzisyon ve Sağlamcılık
Pek çok lubunya aynı zamanda otistik veya nöroçeşitli olabildiği için burada derin bir kesişimsellik var. Zaman zaman otistikler olarak bizzat varlığımız toplumsal cinsiyet matrisinin erör vermesinin bir kanıtı gibi hissediyorum. Çünkü yukarıda kendi deneyimim üzerinden biraz detaylandırdığım üzere çok küçük yaşlar itibariyle “toplumsal cinsiyet”in sosyal bir fenomen olduğunu fark ederek büyüyoruz. Sosyal normları nörotipiklerle aynı biçimlerle içselleştirmediğimiz için cinsiyet normlarını çok daha radikal şekillerde sorguluyoruz ve cinsiyet performaslarımız nörotipiklerden daha karikatürize formatlarda veya normlarla uyumsuz şekillerde ortaya çıkıyor.
Kısacası toplumsal pek çok olgu gibi cinsiyeti de alistiklerle aynı şekilde anlayamıyoruz. Otistik çocuklar için cinsiyet normları, çoğu zaman açık büfe gibi ve biz çocukluktan itibaren tabağımızı hoşumuza giden şeylerle dolduruyoruz. Ve elbette bu yüzden de çok erken yaşlarda psikolojik ve/veya fiziksel şiddete maruz bırakılıyoruz.
Söz konusu detranziyon başlığı olunca, benim fark ettiğim bu kesişimsellik araştırmacıların da gözünden kaçmamış durumda. Trans geçiş sürecine giren ve daha sonra detranzisyon deneyimleyenler arasında doğuşta kadın atanan (AFAB) otistiklerin yoğun olduğuna dair gözlemler birden fazla araştırmada yer alıyor. Otizm spektrumunda olup olmadığından emin olunamayanlarda bile otistik özelliklere sıkça rastlanır durumda.
Yukarıda yer alan cümle eğer otizm hakkında çok fikir sahibi değilseniz, sağlamcı hezeyanlara neden olabilir. Kendinizi otistiklerin karar verme mekanizmalarının daha zayıf olduğu için bir sıkıntı doğduğunu düşünürken bulabilirsiniz. Otistiklerin hiçbirinin uyum sürecini başlatma kararı alacak mental yetkinliğe sahip olmadığını düşünebilirsiniz. Zaten TERFlerin çaktırmadan vermeye çalıştığı mesaj tam olarak bu. Otistiklerde alistiklere kıyasla daha yaygın bir biçimde cinsiyet geçiş sürecini çift yönlü yaşaması, otistikler trans geçiş sürecine uygun değil anlamına gelmez.
Bu durum, doğru destekler sağlanmaması halinde otistiklerin ikili cinsiyet sisteminden çok daha ağır zararlar görebildiği anlamına geliyor. Araştırmalarda ve istatistiklerde detranzisyon ve otizm arasındaki bağlar görünürlük kazandıkça, bunu bir argüman olarak kullanmayı deneyenler devreye transfobinin yanında sağlamcılığı da sokuyor. Dünyanın pek çok yerinde otistik lubunyalar deneyim aktarımı yapabilirken ve aralarında detranzisyondan geçen otistikler de varken, söz hakkının kendilerinde gibi davranıyorlar. Böylelikle de transfobinin üzeri sağlamcılıkla çeşnilendirilmiş oluyor.
Detranzisyon deneyimi olan kişilerin varlığı, trans aktivizminin dayatmalarının değil, cinsiyet disforisinin ve çift kutba sığmayan cinsiyet deneyimlerinin tabulaştırılmasının bir neticesi. Yakın bir geçmişe kadar, atanmış cinsiyetine ait hissedemeyen herkesin trans olduğu varsayımı en açık fikirli ortamlarda bile bir norm gibiydi. Yüzlerce yıllık, kolonyalizm ve modernizmin de var oluşunu korumasının önemli bir temeli olmuş ideolojik bir temel, 20-30 yıldır belli bir görünürlüğe sahip bir aktivizm vesilesiyle temelden sarsılamaz. Çünkü toplumsal olana dahil olduğumuz andan itibaren, öğrendiğimiz her şeyi ikili cinsiyet sistemi içerisinde öğreniyoruz.
Non-binary ve queer görünürlüğü son yıllarda arttıkça bu sınırlandırmalar da fikirsel olarak dönüşüp akışkanlaşmaya başladı. Fakat halen ikili cinsiyet dayatmasının sosyalleşmenin bir parçası olduğu transfobik bir toplumlarda yaşıyoruz. Toplumsal olan her şeyi anlamakta zorlanan otistikler için, kendi deneyimini var olan kategorilere uyarlama çabası büyük bir zorluk teşkil ediyor. Keza atanmış cinsiyetine tam olarak ait olmadığının bilincine varan bir otistik için ona sunulan ikinci seçenek olan geçiş süreci, toplum tarafından kabul edilmenin tek yolu gibi gözükebiliyor. Fakat bu hiçbir koşul altında otistiklerin deneyimlerini anlayıp aktaramayacağı manasına gelmiyor. Aksine, otistiklerin ve başka insanların çok erken yaşlarda deneyimlediği cinsiyet disforisinin toplumsal olarak ciddiye alınmamasının, ikili cinsiyet algısının dışına taşan trans deneyimlerin görünmezliğinin sonuçlarına bakıyoruz. Detranzisyon deneyimi olanların varlığı, trans aktivistlerin hatalarının değil, transfobinin bir neticesi. Yani detranzisyon konusu gündeme geldiğinde, varoluşlarımızı ve haklarımızı kabul etmemekte diretenlerin sağlamcı, nefret odaklı yaklaşımların en yıkıcı sonuçlarından biri karşımıza çıkmış oluyor.